Her bir olay, farklı şekillerde gündemimize girer. Gördüğümüz olay, gösterilen olay, anlatılan olay.. hangisi olursa olsun, hikayeyi anlatmak için, hikayeyi bilmek gerekir. Son zamanlarda farklı tarz habercilik, yorumculuk ve siyasetçilik yapılmaya başlandı; hikâyeyi okumadan, özetini çıkaranlar, diye bunları tarif etmek gerekiyor.
Mutlaka her siyasetçi, meydanlarda, televizyonlarda veya gazetelere vereceği demeç için bir hazırlık yapıyor. Konuşma sürerken, kuşkusuz spontane cümleler de eklemek gerekiyor. Bire bir konuşma metnine takılı kalmak mümkün değil, o zaman gafa kim bakacak?
Şahit olduğu siyasi konuşmaların, akşam televizyonda veya sabah gazetelerde yansımasına baktığımda çoğu zaman mesleğimden utandığımı söylemeliyim.
Sadece bizim meslek değil elbet, siyasiler de böyle.
Bu satırların yazarının da zaman zaman bu yanlışa düştüğünü söylemeliyim.
Çünkü iki saatlik bir konuşmayı dinleyip, yorum yapmaktansa, siyasetçinin tek kelime veya cümlelik yanlış sözünü veya tümden gafını evirip, çevirmek daha kolay…
Hele hele gaf konusunda sürekli malzeme veren, iki ileri bir geri giden, dün söylediğini bugün yalanlayan tarzda bir siyasetçiyse, malzeme çok demektir.
İsimlerin önemi yok, durduğu yere layık olmayanlar, bir operasyonla ve belli bir kesime hizmet için gelenlerin sürekli yerini yadırgayacağına kuşku duymamak gerekir.
Bulunduğu yerle, bulunması gereken yer arasında bocalayan siyasetçi, gaf beklentisi içinde olanların ekmeğine yağ sürmekte gecikmez, temsil ettiği partiyi veya anlayışı da zor durumda bırakır.
Ama bazen de hiç gaf yapmayan bir siyasetçi, bir gazeteci, bir yazar veya bir sanatçı da boşa düşer; söylediği onca güzel söz gündeme gelmez ama o gaf, eğilir, bükülür, uzatılır, dolandırılır gündeme getirilir.
Siyasilerin, sanatçıların, yazarların, gazetecilerin veya kamuya açıklama yapan herhangi bir ismin iki saatlik konuşmasında, tek kelimenin veya bir tek cümlenin konuşulur olması, yeni bir şey değil.
Bunun temelinde iki şey yatıyor; birincisi, dedikodu merakımız, ikincisi ise okumayı-dinlemeyi sevmeyen bir toplum olmamızdır.
Dedikoduyu seven bir millet olmamız, televizyondaki dedikodu programlarının izlenme durumlarına baktığınızda çok net ortaya çıkar. Herkesin şikâyetçi olduğu, izlemediğini söylediği programlar rekora gidiyor.
Dedikodu merakı, beraberinde samimiyetsizliği de getiriyor olmalı.
Uzun konuşma veya yazının sadece bir tek kelime veya cümlesinin alınmasının iki nedeni olduğunu söyledim. Bunun birisi dedikodu merakı, diğeri ise okumayı-dinlemeyi sevmememizdir.
Sanki koca bir toplum, ilkokul sıralarında okuduğu hikâye kitabının özetinde kalmış…
Bazıları hikâyenin özetini şöyle çıkarırdı; başından bir bölüm, ortasına doğru bir bölüm, ortasından bir bölüm ve sona doğru ve sondan bir bölümle özet ödev yaparlardı.
Çoğumuz hikâyeyi okumamıştık ama özetini çıkarmıştık. Hikâyenin bütününden habersizdik ama özetini sorana verecek cevabımız vardı.
Gazetecilik, yazarlık veya televizyonculuk yapanların büyük bir bölümü, hikâyenin tümünü okumadan özetini çıkaranlardır.
Siyasilerin ise neredeyse tamamına yakını, hikâyenin tümünü okumadan, özetini çıkaranlardır.
Sosyal medya nedeniyle halkın büyük bir çoğunluğu da bu alışkanlığı kazanmaya başladı. Hiç kimse hikâyeyi okumuyor, özetini çıkaranların sunumuna itibar ederek sağa sola saldırmaya başlıyor.
Herkes o tek kelime veya tek cümle üzerinden gazeteciyi, televizyoncuyu, yazarı, siyasetçiyi veya sanatçıyı linç ediyor, belki de göklere çıkarıyor.
Hiç kimse hikâyenin bütününü okumak istemiyor, buna ihtiyaç da duymuyor.
Sadece zavallı muhabirler buna mecbur veya o mecburiyet bile yok, konuşmayı direkt olarak yazıya döken programlar var. Size kalan sadece editör olarak hataları düzeltmek ve haberleştirmek…
İçinde yazanları kimse okumayacağı ve hiçbir yerde bir bütün olarak haber olmayacağı için içiniz rahat olsun.
Herkes sadece gaf arıyor, dili sürçsün, ayağı kaysın, tökezlesin, boş bulunsun veya gerçek yüzünü ortaya çıkaracak cümle kursun diye ağzını açmış bekliyor.
Böyle bir durumda kendini savunman da zor oluyor.
Bunu son tartışmalarda bir bakanın yaşadığı durumda bir kez daha gördük.
Oysa konuşma uzun da değildi, bir önceki cümle, bir sonraki cümle…
Hepsi bu…
O kadar şartlanmışız, o kadar önyargılı olmuşuz veya o kadar bir birimize düşman kalmışız ki, “gerçeği bu” denen haberlere bile bakmıyor, “işimize gelen” kısımla saldırmayı sürdürüyoruz.
Tekzip edilen, hatası anlaşılan, düzeltilen bir açıklama bile aradan aylar, yıllar geçse de karşınıza çıkar. “Bu öyle değildi, düzeltmişlerdi, cümleyi tam almamışlardı” der durursunuz…
Çünkü siz de, tıpkı suçladığınız gibi muhatabınızın ne dediğine bakmıyor, aradan cımbızla seçtiğinizle vurmaya çabalıyorsunuz.
Maalesef, artık hikâyeyi okuyan yok, özetini çıkaran çok!
Tweetimden Seçmeler
Sayın, bir saygı ifadesidir; hitap edenin de hitap edilenin de saygıya layık olması beklenir ama ya hitap eden ya hitap edilen layık olmaz.