Bugünlerde elimden düşürmediğim bir kitap var; Claudia Gross imzalı Kampus romanı. 1413 yılında meydana gelen bir cinayet vakıasını anlatan roman, sadece bir polisiye roman olmanın dışında, Ortaçağ’ı daha iyi tanımamız açısından da dikkat çekici ayrıntılara yer veriyor.

O zamanlar, “kızların okuması yasak” olduğundan, eğitimin her alanında erkekler var. Roman, bir ruhban okulu ve çevresinde meydana gelen olayları irdelediğinden, bakış açısını hem dini yönden, hem dini önemsemeyen çevrelerin görüşünden öğrenebiliyoruz.
Kızların okuması yasak” sözü, sanırım biraz hafif kaldı.
Kitap okuması da yasak, öğrenmesi de, bir şeyleri çok merak edip, sorması da…
Çünkü kadının öğrenmesi hiçbir işine yaramaz.
Otursun işte oturduğu yerde.
Evine baksın, çocuklarını yetiştirsin, yemek yapsın, bir de kocasını memnun etsin.
Kadına okumayı ve çalışmayı yasak eden Ortaçağ’da “fuhuş”a ayrı bir iltimas tanınması, kadına bakış açısını göstermesi açısından dikkat çekici.
Romanın kahramanı Sophie Casall ise Ortaçağ düşüncesinin aksine öğrenmeye susamış bir kadın.
Fakültede hoca olan eşinin kitaplarını, eşinden gizli okuyarak, profesörlerden daha iyi bir bilgiyle donanıyor.
Hoca” olan eşiyse kitaplarının karıştırıldığından, okunduğundan şüphelendiğinden karısını tuzağa düşürecek sorular soruyor ve sonunda kitap okuduğunu anlıyor. Bu defa dayak faslı başlıyor. Aşırı bir şiddet gören Sophie, okumaktan asla vazgeçmiyor.
Kocası bir cinayete kurban gittikten sonra ortada kalan Sophie, arkadaşının telkiniyle fuhşa yönelmek istiyor ama sonra vazgeçip, erkek kılığına girerek fakülteye kaydoluyor.
Bir süre sonra bu anlaşılıyor.
İlginç olan, o dönemde bunun bir cezası yok.
Çünkü kimsenin aklına kadınların okuması/okumak isteyeceği gelmiyor.
Neyine lazım olacak ki diye düşünüyorlar.
Aslında kadının düşünce yetisini bile elinden almak gerektiğini tartışıyorlar.
Kadını bir sınıfa bile koyamadıklarından ikinci, üçüncü sınıf insan yerine koyduklarını da söyleyemiyorum.
***
Farklı şekilde bir yasaklama Amerika’da zencilere reva görülmüştü. Yüzyıllar boyu köle olan zenciler, özgürlüklerini elde ettikten sonra bile 1900’lü yılların başlarına kadar “üniversiteye” gidemezlerdi. Burada farklı bir eşitlik(!) vardı; bütün zenciler üniversiteye gidemezdi, kız da, erkek de…
O zaman da zencilerin bir üniversitede, beyazlarla birlikte eğitim görmesini, hiçbir beyaz tahayyül dahi edemezdi. Korkunç bir şeydi bu, nasıl böyle bir şeyi söylerlerdi, isterlerdi…
Sonra Amerika’nın başkanı, bir siyah oldu ve kıyamet kopmadı.
Ama halen Amerika’da “pis zenci” diye, kendisinin çok temiz olduğuğnu sanacak kadar faşist insanlar var.
***
Türkiye’yi geçmiyoruz elbet ve asıl konumuz Türkiye…
Türkiye’de eğitim alanında “şu cins, bu cins, şu renk, bu renk” diye bir ayrım olmadı ama çok daha başka şeyler oldu…
Devlet “benim gibi inanacaksın” dedi, yıllar yılı.
Kendisi inanmadı, inancın nasıl yapılacağını belirledi.
Askere kimin gidip, gitmeyeceğine karar verdi mesela…
Sonra okula hangi kıyafetle gidileceğini belirledi. Bunda başörtüsüne özel bir önem verdi, kökten yasakladı.
Sonra kamuda görev yapmak için “başını açmak” tek şart görüldü neredeyse…
Üstelik bir yasak da yoktu.
Darbe dönemlerinde bu işi yönetmenlikle başa bela etmişlerdi.
Zamanında şapkaya özel kanun çıkarmış, devrim diye de şişinmişlerdi…
Şapka giyinmediği için insanları darağaçlarında sallandırmışlardı.
***
Bu açıdan devlet, ceberut bir yapıdaydı, zorbaydı, acımasızdı, zalimdi…
30 yıldır yönetmenliğe iliştirilmiş bir yasakla kızlar okuyamadı, okuldan atıldı, hapislerde çürütüldü, evde eğitimsiz bırakıldı.
Sonra kamuda çalışıp, evine ekmek götürmek isteyen işçi de, aldığı eğitimin hakkını vermek isteyen her meslekten memur da ikilemle baş başa kaldı; ya başını açacaktı, ya eve gidip, ayağını kırıp oturacaktı…
Lafı uzatmıyorum, sonra AK Parti döneminde, hem de bugünlerde 30 Eylül’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı Demokratikleşme Paketinde kamuda başörtüsüne özgürlük diye de tarif edilecek ama genel anlamda bir kıyafet özgürlüğü getirileceği söylendi ve önceki gün de bu yönetmenlik değişerek Resmi Gazete’de yayımlandı…
Birden kıyamet koptu…
Yasakçılığı, ceberutluğu başkaları devralmıştı; özgürlük ve demokratlık adına hem de.
Siyasi partilerdi bunlar, sendikalardı üstelik.
Halka özgürlük talep edenlerdi.
Gerekçeleri komikti elbet; hizmet alan-hizmet veren gibi saçma bir şey.
İnancını yansıtmamalıymış, yoksa ayıp olur sanırım.
Biz kimsenin inancına karışmıyoruz” da diyorlardı üstelik.
O zaman tercümesi şöyleydi; “İstediğinize inanın ama bizim gibi olun
Hâlbuki zorbalığın daniskası, “bizim gibi olun” demektir ve bir cinsi, ırkı şekillendirmeye çalışmaktır.
Ortaçağda Sophie ve onun gibi kadınlara bırakın eğitimi, düşünme yetisini bile elinden alma gerektiğini reva görenlerle, bugün kadının kıyafetini, ister açık olsun, ister dekolte bulsunlar, ister mini etek olsun, isterse de başörtüsünü çok görenler, aynı kafa yapısının ürünüdür ve zorbanın ta kendisidirler…
 
Tweetimden seçmeler
Her savunduğumuz özgürlüğü yaşamak zorunda değiliz. Bize aykırı gelen yaşam tarzlarının, yaşayanlara normal geldiğini unutmamak gerekiyor.