Çocukluğumda uzun yıllar çaycılık yaptım. Sabahları okula gidiyorsam, öğle sonu ve akşam çay ocağında çalışırdım. Öğleden sonra okula gidiyorsam da, sabah ve akşam çay ocağındaydım.
Çay ocağıyla ilgili, çay ocağı kültürü ve sohbetleriyle ilgili bugüne dek çok yazı yazdım, çokça yazı da yazıldı biliyorum. Hatta filmlere, romanlara, hikâyelere, öykülere konu edilen ne çay ocakları var…
İstanbul’da çay ocağı kültürü çok dar alana sıkışıp kalsa da, bazı semtlerde halen canlılığını koruyor, yaşatılmaya çalışılıyor.
Çay ocaklarının bir özelliği, müşterisiyle değer kazanmasıydı.
Sabah çay ocağını açardım. Sabah namazından önce ocağı yakar, çayı demler, namazdan sonra gelecek müşterileri beklerdim.
Sabahçı kahveleri o zaman revaçtaydı.
Sabah ilk gelen müşterinin kahvesi de bedava olurdu. “Hoş geldin” kahvesi de denilebilirdi bu kahveye. Hiçbir işletme sahibi “daha siftah etmedim kardeşim, ne beleşi” demezdi. Çünkü veli nimetti müşteri ve o kişi ilk gelen nimetti. Bir başka deyişle, müşteri veli nimetti, işletme sahibinin gözünde önemli bir yere sahipti. O olmazsa, işletmesinin bir anlamı ve bir değeri olmayacaktı. İşletmeye değer katandı müşteri, nimetin gelmesine aracılık edendi.
Müşteri olmayınca çay ocağının bir anlamı olmazdı.
Ahşap da olsa, kerpiç de olsa, kargir de olsa, kuru beton da olsa, süslü yapı da olsa çay ocağının, boş halde hiçbir anlamı ve önemi olmazdı.
Sessiz, sakin, kendi halinde bir yapıdır, çay verilen her mekân…
Anadolu’da halen bu kültürün yaşandığı yerler var ama çoğu da “kafe” kültürüne yenik düştü veya düşmek üzere.
Yukarıda özellikle belirttiğim bir cümleyi bir kez daha buraya alarak, kafe kültürüne geçmek istiyorum; “Çay ocaklarının bir özelliği, müşterisiyle değer kazanmasıydı.”
Kafelerde ise durum biraz farklı.
Tabii ki söz konusu olan her kafe değil, bazı kafeler.
İşte o bazı kafeler, müşterisine itibar kazandıran kafelerdir. Ya da öyle biliniyor, öyle inanılıyor, öyle iman ediliyor, öyle de amel ediliyor.
Kim bilir, belki de müşterinin herhangi bir itibarı olmadığına inanıldığından, o kafeye gidince otomatik olarak itibar kazandığı da düşünülüyordur.
Bu öylesine bir değerlendirme değil, yaygın ve yerleşik bir kanaat haline gelmiş artık.
O kapıdan adım attığınız anda sihirli bir değnek size değiyor. Bir anda “pofff” diye ses çıkmıyor ama siz o sesin de çıktığından emin oluyorsunuz.
O pofff diye çıkmayan sesle birlikte görünmeyen bir de duman da sizi sarıp, sarmalıyor. O dumandan geçerek farklı bir âleme adım atıyorsunuz.
İçeriye giren müşteri, birden bire statü atlıyor.
Unvanlar havada uçuşuyor, herkes birden bire “asiller” sınıfına yükseliyor, “birinci dereceye” atlıyor, “seçkin” oluyor, “elit” oluyor ve atlıyor en alt kademeden, en üst kademeye…
Ne kadar önemli unvanlar varsa payına düşen birisini alıyor.
Kimi ağa oluyor, kimi paşa, kimi sör, kimibaron.
Dük olan da bulunuyor, düşeş olan da.
Prens de var, prenses de.
Kont da var, kontes de.
Belki de çoğu şövalye…
Herkes o mekâna girdiği andan itibaren bir başka oluverir.
Bir hava, bir tafra, bir caka, bir çalım ki sormayın…
Huyun suyun da değişiyor bu mekânlarda.
Yontulmamış kalas da olsan, o mekânda incecik oluveriyorsun.
Bir kibarlık, bir nezaket, bir cilve, bir eda. Keşke gerçek hayatta da aynı olsa da, dünyamız bu kadar kirlenmezse…
Hâsılı gerçek hayatta hiç olmadığı kadar güzel, çekici, yakışıklı, hoşgörülü, kültürlü, elit, seçkin, zengin, paraya para demeyen bir hale bürünme şansınız vardır bu mekânlarda…
İstanbul’da böyle mekânlar çok.
Şimdi Anadolu’nun her vilayetinde de böyle mekânlar mantar gibi çoğalıyor.
Hiç birisi de “ben bu mekâna değer katıyorum” deme gereği duymuyor, mekânın kendisine kattığı değerin farkında ve bundan haliyle memnun.
Toplantılarını o mekânlara kaydırıyor, arkadaş buluşmaları o mekânda, randevularda oranın adı geçiyor, ikinci ikametgâhtır o mekânlar…
Elbette müşterisine itibar kazandırmanın bir de bedeli olmalı.
Burada paranın lafı olmaz.
Burada hayat pahalı olmaz, enflasyon buraya uğramaz, hiç kimse bel büken zamları görmez, maaşlar az değildir burada, kazanç yerindedir, işler tıkırında, moraller yüksek, ekonomi rayında, işler olabildiğinden çok daha yüksek.
Bu mekânlarda paranın azlığının lafı olmaz, yokluğunun lafı olmaz, varlığının çokça lafı edilir.
Çay Ocağında 1 liraya içeceğiniz çayı burada 5 liraya, 10 liraya, 15 liraya içmek size zor gelmez.
Bir fincan kahveye vereceğiniz ücretin hesabını yapmazsınız.
Kurabiyesi, tatlısı, belki farklı farklı içeceklerine vereceğiniz ücretin de hesabını tutmazsınız.
Ayıptır çünkü.
Hatta o kadar ayıptır ki, gelen hesabın birkaç katını verdiğinizde itibarınız da katlanır.
Burada böyledir, ne kadar zenginsen o kadar itibarın var, ne kadar zengin görünürsen o kadar itibar kazanma şansın var.
Rahmetli Nasrettin Hoca bugün yaşasaydı kürk giyinme zahmetine de katlanmazdı.
Geçerdi böyle bir kafeye, itibar tavan yapardı.
Ben eski kafalıyım…
Halen “değer katacağım mekânları” köşe bucak arar, dururum…