Şehir merkezinde, sağanak yağmurda gezerken, gördüm onu.
Ben şemsiyenin altında ıslanmamak için çabalayıp dururken, o gayet rahattı. Islanmış, ıslanmamış, o kadar da önemli değildi. Zaten hiç umurunda da olmazdı. İtler gibi ıslanmasına rağmen, bir türlü yanında şemsiye taşımazdı. O da yetmezmiş gibi bir de kaban, parke, pardösü, yağmurluk gibi şeylerde almazdı üstüne. Âdeta yağmurda ıslanmış ve kuyruğunu bacaklarının arasında sıkıştırmış itler gibi, tir tir titriyor, yine de ahmaklığından vaz geçmiyordu. Ceket altına kazak bile giymiyordu.
Göz göze geldiğimizde, "merhaba" dedim, ama salya köpükle karışık, sanırım bir “merhaba!” çıktı ağzından. Ama hâlâ ne dediğini anlamış değilim.
Yağmurdan, soğuktan korunmak ve kurtulmak için, gördüğüm ilk parkın kapalı kısmına girdim.
İçimin ısınması için, bir çay ısmarladım. Tesadüf mü, tevafuk mu bilemiyorum. Kırk yıllık dostum, ahbabım ve tanıdığımmış gibi, gelip karşıma oturdu. Nezaket babından, bir çay söyledim. Cebinden yarı ıslanmış sigara paketini masaya koydu, yanına da ilk defa gördüğüm türden bir çakmağı koydu. Bir caka, bir fiyaka ki sormayın.
Çaydan bir fırt aldı, paketten bir sigara çıkardı, fiyakalı çakmağıyla yaktı. Bana da ikram etti, yok dedim. Sigaradan çektiği duman, ağzının içinde kayboldu. Uzun bir süre sonra, nihayet göründü. Sanırım çektiği sigara dumanına bir kaç kez iç organlarında devri daim yaptırdıktan sonra, değişikliğe uğramış olarak, ağzından burnumdan, yapalar yaparak, daireler çizerek, özgürlüğe kavuşmuş olmanın mutluluğa ve sevinciyle, raks ederek yukarılara doğru tırmanışa geçti. Herhâlde o duman, kurtulmuş olduğuna şükrediyordu. Öyle ya, hayatında hiç fırça yüzü görmeyen, seyreltilmiş ya da kirece dönüşmüş dişler arasında sıkıştırmış, vücudun içsellerinde bilinmezliklere doğru yol alan sigara dumanı, eminim ki kurtulduğuna şükrediyordu. Kocaman ağzından dökülen; "ben hiç dişlerimi fırçalamam ki" sözleri insanın dikkatini ve kızgınlığını cezbetmeye yetiyordu.
Çaydan bir fırt, sigaradan bir nefes alırken, arada beyaza çalan uzun saçlarını, iki eliyle bir sağa, bir sola döndürüyor, olmuyor bir öne, bir arkaya doğru tarar gibi yapıyor parlaklarıyla. Bir türlü istediği şekli veremiyor. "Aman boş ver, dağınık kalsın!" gibisinden olduğu gibi bırakıyordu. Baktığında, sarı, kirli dişlerinin durumu aşikâr ortaya çıkıyordu. Başını kaldırdığında, bana mı bakıyor, yoksa başkasına mı bakıyor, anlayamıyordum. Fıldır fıldır dönen o kocaman gözlerinden biri sağa, diğeri sola bakıyordu sanki. O gözlerden korkmuyorum desem, yalan olmazdı herhalde.
Belli belirsiz, sürekli yanında olan ve okuyormuş havası uyandıran görüntüsüyle, bir ekabırlik havası uyandırmaya çalışıyor gibiydi. Kitap masa üstünde, pahalı sigara paketi kitabın üstünde, çakmak sigara paketinin üstünde... Sigarası ağzında, bir elinde çay bardağı, diğer elinde maharetlerini sergileyen akıllı mı akıllı gibi olan, bilmem ne marka cep telefonu... Olanlara bakıyorum, sergilenen ukalaca konuşmalara, tepeden bakan o takıntılı tavırlara... Yağmurda ıslanır şemsiye taşımaz, soğukta tir tir titrer palto, manto giymez, yemek yer, sigara çay, kahve içer dişlerini fırçalamaz. Güler misin, ağlar mısın, yoksa derinden tefekkür mü edersin. Gel de karar ver. Çöz çözebilirsen. Çözülmez çok yönlü bulmaca gibi.
Oradan buradan sözler sarf ederek, ne yapmaya çalışıyor bilemiyorum. Çiğköfte satan çocuk yanımıza geliyor. "Almaz mısınız?" diyor. Ters ters çocuğa bakıyor. “Ben görmediğim, yoğurmadığım çiğköfteyi yemem!" diyerek, çocuğu tersliyor. Sanırım insanları kırmada, rencide etmede, akıl vermede de üstüne yok.
Biz sormadan konuşmaya başlıyor. “Ben yoğurmasam yemem, ellerimi yıkayınca, havluyla kurulamam, mikrop kapar, Allah bilir, bunlar nasıl yapıyordur..." Çokbilmişliğin daniskası. "Hem kel, hem fodul" diye bir söz vardır. Hem yemez, hem beğenmez, hem akıllı, hem deli, belki de zırdeli! Heybesi neyle doluydu bilemiyorum, ama bol keseden atıyordu.
Belki cahildir, belki Üniversite okumuştur, belki okumuş cahildir. Karakter tutarsızlıkları, zayıf, çürük ve tutarsız kişiliğiyle, adeta çelişkiler yumağı halinde olunca; umutsuz vakalar olarak, arz-ı endam etmek bu olsa gerek, diye düşünüyorum. Düşünüyorum, ama sadece düşünmekten müteşekkilim. Hani yumurtadan çıkmış, yumurtayı beğenmez misali!
Ben bunlara bir şeyler diyorum; ama siz ne dersiniz bilemiyorum!
Kerim Baydak