ZİYA FİDAYE
Çatık kaşlı, jilet gibi keskin ütülü pantolonuyla,  karşımda ağzına bir dilim ekmek götürürken karşılaştım onunla. Hayalini kurduğum öğretmenliğin ve okulun put gibi devrilişinin ilk sahnesi.  Bir kaç ay  içinde kendi içinde hapsolma ile , gözlük üzerinden bakan gözlerin esareti altında eğitim almakla başladı her şey! Ziya fidaye’ydi adı! İlk öğretmenim mi yoksa ilk korkum mu yada belki karar verici bir hakim bilmiyorum, bildiğim bilincim açıldıkça ceviz kabuğu gibi gittikçe ruhuma kalıp olan bu öğretmen, bütün heyecanımın yitişinin ilk sebebiydi. Belli bir dönem ANADİLİ devlete düşman olarak gören köhne zihniyetlerin kalıplar halinde okullara gönderdiği bu öğretmenlerin, uyguladığı budama metotları,  küçücük dimağların zihninde korku ve endişeden başka hiç bir işe yaramadı. Şu dil haricinde hiç bir dil konuşmayacaksın!  O kelimenin telaffuzu öyle değil! Defterinden bir sayfa yırt ve çiğne! Dilin hareketlenirse belki güzel konuşursun! Bundan sonra herkes okulda, evde, nerde olursa olsun, farklı bir dil konuşursa,  gözlerini açtırıp sabunlarım! Dereden geçirir,  tuvalete hapsederim! Benim adım Ziya döverim! 

Zaman geçtikçe,  keskin nefrete maruz kalma haricinde,  kendimi ait hissedeceğim okul olmadı hayalimdeki heyecan. İki kere ikinin  dört ettiğini öğrendim ama, 4’ün içinde ikinin bir parça olduğunu öğrenemedim. Dilim konuştu belki ama,  zihnim hep uyumsuz organ gibi nefret sahipleri yüzünden dili ret etti. Zannetme üzerine bina edilen doğruların, zamanla yerini geçmişi günümüzle kıyasa götüreceği,  kişinin  hayatında neler kaybettiği hesabı yapacağını göremeyen kör zihniyetlerin emriyle ilkokul öğretmenimin görevi bana kafalarındaki budanmış cehalet eğitimi vermekti. Somut haricinde,  insanın içinde göremediği,  duruma göre şekil alan organları vardır. İnsanın en çok hissettiği düşüncelerine,  kalbine dokunandır aslında. İlk öğretmenimde zannetmeyi öğretmişti ilkin! Ve ben ortaokula kadar her şeyi zannettim! Ziya fidaye figürdü. Günün  uygulan metodun yansımasıydı ve ben o yansımadan hep bağıran, çağıran, kaba saba devleti görüyordum! Ta ki o ana kadar! 

SERVET KUPLAY
Ortaokulumun ilk günü, okul  merdiveninden çıkarken,  karşımda elinde kitap ve bir kaç dosya ile duruyordu. Yeşil gözleri ile bana odaklandığını hissettiğim anda, aklıma Ziya fidaye gelmişti! Bir kaç saniye sonra ‘Gel bakayım buraya’ dediği anda, sesinin, içimdeki zannetme korkuluğunu yıkmaya başladığını hissetttim. Elimden tutup ismimi sorması, beni sınıfa götürüp en ön sıraya alması ne kadar zaman aldı bilmiyorum. Endişe şaşkınlık her şey bir arada! İlk  dersim  TÜRKÇE idi.  Yanıma yaklaşıp elini yanağıma atacağı anda, dışa vurulan reflekslerimden nasıl bir ilkokul dönemi yaşadığımı hissetmesi,  idealist öğretmenin ne olduğunun kanıtıydı. İlk defa nefret ettiğim Türkçe dersini sevmeye başladım.  Kelimelerin telaffuzu,  dilin kuralları içinde boğulmadan nasıl öğretilirin cevabıydı. İlk aferini, yazdığım ilk kelime DENİLEBİLİR Kİ’nin el yazısı halini gördüğünde,  yüzüme gülerek baktığında almıştım. Derste çok konuşmadığımı, sınavlarda ise yazdıklarımdan, içimde taşıdığım korkuları tahmin etmiş olmalı ki, tahtaya çıkarıp üzerime yapışan korku ve utangaçlığı atmamı sağladığında anlamıştım zannetmenin Ziya fidaye de kaldığını!  Devletin biçtiği rolleri hiç görmeden, nesilleri önyargı ve hezeyanlarına kurban eden anlayışlara inat,  öğretmenliği öğrencilere sevgi aşılayan bir olgu haline getirdiğini hissettiğimde anladım, ilkokula ortaokulda başladığımı. Evet İlk öğretmenim, ilk Türkçem SERVET KUPLAY  oldu. 

Ülkemizin eğitim anlayışı, budama üzerine kurulu!  Muktedir olanın düşünce ve zihin dünyası ne ise,  eğitimin o günün koşullarına boyandığını görmek zor değil. Verilen eğitimlerin, ülkede sorun olan ne varsa, bu anlayışların eseri olduğunu görmek için, kahin olmaya gerek yok.  Hiç düşündünüz mü ? Ülkede bu kadar sorun neden var? Her şeyin gelip dayanacağı nokta eğitimdir. Farklılıkların zenginlik olarak görüleceği yerde,  muktedir olanın yetiştiği çevrenin dikte ettiği yaşam tarzına paralel uygulan eğitim anlayışları neticesinde,  bugün; terör, trafik, kadın cinayetleri alınan eğitimin kalitesiyle örtüşüyor. Bu gün gelinen noktada, ülkeye istikamet belirleyen iktidarların, hezeyanlarına kurban edilişlerin, ülkeye kaybettirdiklerinin şeceresini tutmak imkansız. İktidarlar insanların yetiştiği ortama,  yaşam tarzına müdahale etmeyi, alışkanlık haline getirdiği için, günün muktedirlerinin kafasındaki şablonlara göre kast sistemi oluştururcasına tahakküm sınırları çizmeye başladığında başlar her şey. Bir çok yaşam tarzı arasına sıkıştırılan, dayatmacı eğitim koşullarına ayak uydurmaya zorlanan farklı hassasiyetli öğrencilerin,  eğitiminin önemli bir kısmını kendisini sorgulamasına yol açmaktadır. Çok çetrefilli, derinlemesine yara alan eğitim anlayışları neticesinde,  kurum ve kuruluşlarda, beceriksiz- niteliksiz silik kişilerin, ülke yönetiminde rol aldığını görmek mümkün. Nesiller boyu uygulanan eğitim programlarıyla, gençlerin başarılı olacağı alanlar sınırlandırılmış, defalarca denenmiş metodlarla, her yıl bir birine karşı nefretle şişirilmiş, kutuplaşmış toplumsal yapılara neden olunmuştur. 

Eğer Servet kuplay ilk öğretmenim olmuş olsaydı, içimde Türkçeye karşı ilk zamanlardaki nefret ve korku oluşmayacaktı. Eğer bu gün ülkede uygulanan eğitimin kalitesi yirmi yıl öncesinden, öğrencilerin yetenekleri köreltilmeseydi,  bu gün ülkenin kaderini belirleyen seçimlerde kullanılan oyların kalitesi,  hangi hazineyle kıyaslanabilirdi! Ülkede hukuk terazisi,  bu kadar dans edebilir miydi? Ekonomi bu kadar kötü yönetildiği halde, sorgulayan bireylerin toplumdaki saygınlığı bu kadar aleni şekilde ahlaksızca, ayaklar altına alınabilir miydi? Herkesin çok okuduğu, farklı kültürlerin kaynaşmış halde toplum olarak donanımlı bireyleri çıkardığı bir ülke olduğumuzu farz edersek, silahla, kan ve gözyaşıyla hangi sorunumuzu çözdüğümüzü, daha fazla sorgular hale gelmez miydik? Ülkede racon kesen, bu kadar ahlaksız, bu kadar hırsız tecavüzcü olur muydu? 

Bir ülke de değişmez yazgıların en can alıcı sebebi, eğitim gerçeğinin herkes farkında olmasına rağmen,  kobay farelerine döndürüp mezun edilen, bu kadar insan şimdi toplumun hangi kademelerinde? Şundan başkasını haznene ekleme,  sen şurda kal, böyle dur tarzı eğitim anlayışları ile gelinen noktada, bu gün siyasi kalite olarak nerde durduğumuz çok önemli! Vekil diye başımıza seçtiğimiz, yönetici diye kurumlara atadığımız, imam, öğretmen diye görevlendirdiğimiz kişilerin kalitesi, bir önceki neslin izlerini taşıdığını inkar edecek kimse var mı? Dağa çıkıp silahla hak aramayı metod olarak seçen kişilerin geçtiği rahleyi tedrisatı sorgulama zamanı gelmedi mi? Öldürme üzerine kurulu anlayışların,  toplum üzerine boca edildiği, ergen milliyetçilik soslu cani anlayışların, toplumda kabul görmesinin nedeni, hangi tuzak kurucuların kurguladığı bir oyun?  Şu kadarını öldürdük,  öldürmeye devam ediyoruz! “Şu kadar kişi etkisiz hale getirildi”  gibi masum anaların yüreğini yakan, analar ağlamaya devam etsin denilerek,  hangi sonuca ulaşılacağı varsayılmaktadır? Dağda pusu kurup askerleri öldüren, eğitimsiz, güdümlü insanların, ağa babaları bu metodla bu güne kadar hangi aşamayı kaydetti? Ülkenin bunca sorunun sebebi dış güçler gibi kullanışlı maşaları bir tarafa bırakalım, nerden bakarsak bakalım, eğitim kalitemizin tezahürü değil midir? 

Kadın cinayetleri,  trafik terörü, kan davaları, verilen eğitimler bir önceki nesli eğitseydi,  bu gün bu yoğunlukta yaşanır mıydı? Her alanın Servet kuplay’ı neden yok! Düşünen,  sorgulayan insanların,  genleri bir sonraki nesle aktarılsaydı, kalitesizleşmeye dur diyecek donanımlı insanlar olmaz mıydı? Sanatçıyım deyip ortaya çıkan kıyamet alametleri, bu kadar cesaretli olur muydu? Şaklaban olması gereken yalaka tipler, ülkenin kaderini belirlemede bu kadar söz sahibi olur muydu? Teyzemin bıyığı haller belki ama, artık bir noktadan sonra her şeye yeniden başlamanın zamanı gelmedi mi? 

En başa dönelim mi? Bir dönemin kadrolu müfettişleri budama yapacağına sahiplerinin nefretini,  kalıplı beyinlerini, genç dimağlarlara zerk edeceğine, fırsat eşitliği yaratıp, herkesin üzerinde asgari düzeyde anlaşacağı metotları yaygınlaştırıp uygulasaydı ne olurdu? Herkes bakan Başbakan olabilir miydi? Kaliteli,  ilkeli, hakka, hukuka saygılı,  donanımlı bireyler, liderliğe talip olurken, seçenek olmanın zorluğunu hissetmez miydi? Bir cana kıymanın terör eylemlerinde bulunmanın kişi için nasıl bir çıldırmışlık olduğunu görmez, hissetmez miydi? Duyar gibiyim,  teyzemin bıyığı olsaydı dayım olurdu dediğinizi! Kim kim olurdu bilmem ama, bu ülkenin eğitim sorununu halletmeden ezber klişelerle varacağı nokta,  cehaletin tohumlarının ulaştığı Nirvana olur! 

Saçma, salak, beyinden eser taşımayan kişilerin;  düşünen, bu ülkeye emek veren,  yazar, çizer ve  düşünürleri, cahil cesaretiyle  rafa kaldırması hangi akılla izah edebilir? Kadını eşya gibi basitleştiren,   program, dizi ve sosyal medya zırvalarının geldiği nokta, tahammül sınırın ocağına ateş dökmedi mi? Hayvanlara adice saldıran beyinsiz tipler, çocuklara tecavüz eden ahlak yoksunu cehalet artıkları ve kural tanımaz sokak serserilerinin yaygınlaşma sebebi bir önceki neslin tembelliği ve kalıplı beyinlerin sahip çıkmadığı,  geliştirmediği kuşaklar değil midir? Her dönemin gerisinde kalıp, ileriyi sürekli sadece hayal ettirip, tüketilen ömrün sahipleri aldıkları eğitimle zehirlenmiş olarak hayat şartlarının ağırlığı altında çaresiz biçare bırakılmıyor mu? Bunu görecek bir bakan yada başka kimse yok mu? Sorun öyle büyük ki ! Kıyamet kopsa yeridir! Bir harf öğretene 40 yıl köle olacakken, aldıkları eğitim neticesinde köle haline getirilen sistemin kurbanları,  bir sonraki kuşağın katili olmayacaksa ziya fidaye ve onun tasarımcıları eğitimin yakasından düşmeli! Bu eğitim yüzünden hukuku demokrasiyi insanlığı kaybetmek üzereyiz! Geç olmadan cehalete DUR demeli. İki öğretmen ve iki farklı anlayış ve bunların tedrisatından geçecek nesiller! Eğitim öyle bir düzene sokulmalı ki tek dille her şey anlatılabilmeli! Hangi dil mi ? Gönül dili...

DİPNOT:
Bir genç bir zamanlar mutluluğun sırlarını öğrenmek istemiş. Bir
bilge aramış. Sormuş,  soruşturmuş falanca kişidir demişler. Ayrıca kırk günlük mesafedeki bir köşkte yaşadığını da öğrenmiş.  Üşenmemiş, yola çıkmış ve bilgeyi bulmuş. Bilge, onu bir güzel ziyafetle ağırlamış, isteğini sormuş:
"Mutluluğun sırrı” demiş delikanlı ” bana bunu öğret.”
Bilge bu sırrı vermeyi kabul etmiş.
Delikanlının eline bir kaşık vermiş, iki damla sıvı yağı da kaşığın içine koymuş.
“Köşkümü bir güzel gezeceksin ancak bu yağı dökmeyeceksin”  demiş.
Delikanlı sarayı geziyormuş ama gözü devamlı kaşıktaymış. Dönmüş gelmiş. Bilge sormuş.
“Salondaki Acem halılarını gördün mü, kütüphanedeki şömineyi fark ettin mi, bahçedeki gülleri gördün mü?” şeklinde bir yığın ayrıntı sormuş. Utanan delikanlı, hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. Çünkü sadece yağa bakıyormuş.
Bilge şöyle demiş;
“Öyleyse git şimdi daha dikkatli olarak köşkümün harikalarını gör. Oturduğu evi tanımadan o insana güvenemezsin”.
İçi rahatlayan delikanlı, kaşık elinde gördüğü her şeyi hafızasına adeta kazırcasına dikkat etmiş, gördüklerini bir güzel anlatmış.
Bilge;
“Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede? diye sormuş.
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
Bilgeler bilgesi demiş ki;
“Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün harikalarını görmektir ama iki damla yağı unutmadan”. 

En büyük sorununuz eğitim farkına vardık mı? Kabuklarımızı kırmamız şart...

BİR FIKRA
Batı ülkelerinden birinde, matematikten sürekli zayıf notlar alan çocuğu, ailesi bir faydası olur düşüncesiyle Katolik okuluna gönderir. 

Bakarlar ki çocuk hep tam not almakta..
Sebebini çok merak edip sene sonunda çocuğa sorarlar: 
“Ne değişti?”

Çocuk yanıt verir: 
“Okulun ilk gününde artı işaretine çivilenmiş adamı görünce durumun ciddiyetini anladım.”

Korkutarak budayarak sadece notları düzeltirsin. Ya düşünmeyi?