(Bu yazı dizisinin ilk 5 bölümünde İslam dini dışındaki dinlerin ve sistemlerin farklı ırklara mensup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşit bir şekilde düzenleyen kurallar ortaya koyamadığını, “Millet” teriminin yirminci yüzyılın başlarına kadar “din” olarak kullanıldığını, ilk ırkçının şeytan olduğunu, Peygamberin soyundan gelse bile takva dışında bir üstünlük olmayacağını, Allah’ın takva dışında bir üstünlük kabul etmediğini, anlatmış ve konu ile ilgili ayet ve hadislerden örnekler vermiştik. Konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.)
Hz. Peygamberin Bazı Örnek Uygulamaları
İslam öncesi dönemden gelen, soya dayalı övünme ve ırkın üstünlüğüne inanma anlayışının ortadan kaldırılması kolay gerçekleşmemiştir. Çünkü Araplar neseplerine son derece düşkün bir milletti ve nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı.[1]
Kur’an-ı Kerim, soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını Tekasür suresiyle kesin olarak reddetmiş, Allah’ı ve Ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için Allah Elçisi’nin örnek alınmasını da şu ayetle emretmiştir:
“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”
Her konuda olduğu gibi asabiyet konusunda da Hz. Peygamberi örnek almak Allah’ın emirlerindendir. Şöyle ki:
· Hz. Peygamber toplumsal bir yapı inşa ederken İslam’ın bir gereği olarak asabiyeti (kavmiyetçiliği) değil imanı temel harç yapmıştır.
· Hz. Peygamber, aile bireylerini sayarken Fars diyarından köle olarak gelmiş olan Selman-ı Farisi’yi kendi ailesinden saymıştır.[2]
· Mekke’nin fethi sırasında yüzlerce akrabası dururken, Siyahî Bilal-i Habeş ile beraber Kâbe’ye girmiş, onu Kâbe’nin damına çıkartıp ezan okutmuştur.
· Kureyşli akrabaları ve Medineli Ensar’ın uluları dururken âmâ bir sahabe olan Abdullah İbn Ummi Mektum’u defalarca Medine’de kendisine vekil (vali) olarak bırakmıştır.
· Hz. Peygamber soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir:[3] "Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır."[4] "Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür."[5]
· Allah Rasûlü (sav) her şeyden önce asabiyet uğruna gayreti de cahiliye davası olarak nitelemiştir: "Cahiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir."[6] "Şu cahiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir!”[7]
· Zemahşerî, Sa’lebî, Fahreddin Razî ve Kurtubî gibi tarihçilerin naklettiğine göre Ebu Talip ölüm döşeğinde iken, Hz. Peygamber ona gitmiş, “Benim üzerimdeki hakkın babamın hakkından fazladır. İman getir ki kıyamet gününde sana şefaat edeyim” demiştir. Ebu Talib’in, bundan imtina etmesi üzerine Hz. Peygamber, çok üzülmüş ve “Sana bağışlanma dileyeceğim” demiş, bunun üzerine böyle bir davranışın peygamberlere yakışmadığını bildiren şu ayet nazil olmuştur:[8]
“Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrikler için Allah'tan af dilemek, nebiye de müminlere de yakışmaz.”[9]
· El değirmeninde un öğütmekten yorgun düşerek usanan Hz. Fâtıma ile kuyudan su çekip taşımaktan yorulduğunu söyleyen Hz. Ali, bu hususta Hz. Peygamber’den yardım istemeye karar verirler ve Hz. Peygamber’den bir hizmetçi isterler. Resûlullah mescitte yatıp kalkan fakir Müslümanların (ehl-i Suffe) ihtiyaçları varken kendilerine hizmetçi veremeyeceğini söylemiştir.[10]
· İslam’dan önce Araplar arasında asabiyet (kavmiyetçilik) son derece güçlü ve revaçta iken İslam ile birlikte yerini İslam kardeşliğine bırakmıştır. Nübüvvetin ilk 13 yılında Mekke’de; Hicret ile birlikte Medine’de Müslümanları bir arada tutan din kardeşliği (uhuvvet) anlayışı olmuştur.
· Hicretle beraber Muhacirle Ensâr arasında inanca dayanan kardeşlik tesis edilerek her Muhacir bir Ensar’la kardeş yapılmıştır. Böylece Ensar’la Muhacirler arasında kabile birliği olmadan uyum problemi çözülmüştür.
· Medine’de yaşayan ve aralarında tarihe dayanan bir düşmanlık ve kan davaları bulunan iki büyük kabile, Evs ve Hazrec, İslam’ı seçince aradaki düşmanlık İslam kardeşliğine dönüşmüş, kan davaları tarihe karışmış, iki düşman kabile, iki kardeş kabile olmuştur.
· Hz. Peygamber de Mekke’nin fethi sırasında “Ey Kureyşliler! Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Âdem de topraktandır." sözleriyle ortaya koymuştur.[11]
· Hz. Peygamber zamanında Medine’li bir Arap, Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla oturup sohbet ettiklerini görünce öfkelenerek şöyle der:
"Evs ile Hazrec, Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul ediliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?"
Muaz bin Cebel, adama şöyle der:
"Seni Rasulullah’ın huzuruna götüreceğim, İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz."
Muaz, adamı Peygamberimiz’in mescidine götürüp sorar:
“Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mıdır? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?"
Bu değerlendirmeyi dinleyen Rasulullah’ın yüzünde derin bir üzüntü meydana gelir. Irklar arasında ayrım yapan insanlara şöyle uyarıda bulunur:
"Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir.”
Bu durumda Muaz bin Cebel adama ne yapılması gerektiğini sorar. Hz. Muhammed bu soruya ağır bir cümleyle cevap verir. "Da’hu ilennar!" Yani "Bırak o ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!"[12]
Hulasa, İslam’a göre insanları birleştiren ve aynı amaç etrafında toplayan, inançtır. İman, İslam dininin temel ögesidir ve müminleri yekvücut yapan ortak bir özelliktir. Kan, soy, toprak, aşiret, millet, renk, dil, meslek ve sınıfsal yapı Müslümanları birleştiren unsur olamaz. Kuran bu konuda Hz. Nuh ve oğullarını örnek göstermektedir. Babasının gemisine müminlerle beraber binmeyen Hz. Nuh’un oğlu onun ehlinden sayılmamıştır.
“Nûh rabbine şöyle seslendi: Ey rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır. Sen hâkimlerin en âdilisin, dedi. Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iyi olmayan bir iştir. Sakın hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum."[13]
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’den bir örnek de put yontan ve puta tapan Âzer’den Hz. İbrahim (AS) gibi ulul-azm bir peygamberin dünyaya gelmesidir. Keza Lut Peygamber’in (AS) kavmi ve hanımı da Allah’a ve peygambere asi olmuşlar, kan bağına rağmen peygamberin ehli sayılmamışlar ve Allah’ın gazabına uğramışlardır.
Hz. Peygamberin şu hadisi konuyu tam olarak özetlemektedir kanaatindeyim:
“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık uğruna savaşanlar bizden değildir. Irkçılık üzerine ölenler de bizden değildir.”[14]
(DEVAM EDECEK)
Not: Daha fazla bilgi için Çıra yayınlarından çıkan “TARİHTEN GÜNÜMÜZE IRKÇILIK, MİLLİYETÇİLİK VE İSLAMOFOBİ” adlı kitabımı tavsiye ederim.
[1] Prof. Dr. Adem Apak, Hz. Peygamber (sas)' in Asabiyetle Mücadelesi, https://dergi.diyanet.gov.tr
[2] İbn-i Hişam, S. 193
[3] A. Apak, a.g.e.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Ebu Davud, Edeb, 112.
[5] Müslim, İmare, 57; Nesai, Tahrim, 28; İbn Mace, Fiten, 7.
[6] Müslim, İmare, 57; Nesai, Tahrim, 28; İbn Mace, Fiten, 7.
[7] Buhari, Cenaiz, 39.
[8] A. Bingöl, a.g.e.
[9] Tevbe, 9/113
[10] Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 9, “Nafaḳāt”, 6-7, “Daʿavât”, 11.
[11] Muhammed Hamidullah, Konya 1981, s. 94.
[12] A. Murat Fırat, Anadolu Gençlik Dergisi, 10 Ocak 2019, (el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, XII, 47)
[13] Hud, 11/45-46
[14] Sünen-i Ebu Davud, Edeb:113.