Sıcaklar her geçen gün artıyor. İnsanlar sıcaktan bunalınca, nefeslenmek, serinlemek amacıyla, şehrin çevresindeki piknik alanlarına akın etmeye başlıyorlar.
Bizler de aynı durumda olduğumuzdan, ailecek piknik yapmak istiyoruz.
İstiyoruz istemesine de nereye gideceğiz?
Maalesef öyle ailece piknik yapacağınız yerler, yok denecek kadar az.
Olan yerlerde de yer bulmak çok zor.
Gözden ırak bir yere gitmek niyetiyle Kâhta’ya doğru yola koyuluyoruz.
Yol kenarlarındaki her ağacın altı insan dolu.
Şurası-burası derken, bir an da Karakuş Tümülüs’ün bulunduğu mevkiinin virajlarından Cendere Köprüsüne doğru iniyoruz.
Cendere Köprüsünün bulunduğu Kâhta Irmağı bölgesi göründüğünde, hayretler içerisinde kalıyoruz.
İnanın abartısız söylüyorum, suyun bulunduğu alan boyunca, arabalardan ve insanlardan boş yer kalmamıştı. Yüzlerce araba, belki binlerce insan, güneşin altında oturmuşlar, sözde pikniğe gelmişlerdi.
“Maske, sosyal mesafe, hijyenmi? (Temizlik kuralları),o da neymiş!” diyesi geliyor insanın. Korona ’ya “gel gel buradayız!” deniliyor gibiydi.
Kâhta Kale’sinin bulunduğu mevkide ki durum, Cendere ’den çok da farklı değildi.
İsteksiz ve umutsuz şekilde, ilerlemeye devam ediyoruz, belki oturacak sulak ve gölgelik bir yer buluruz diye.
Gördüğümüz her yer, arabalar ve insanlarla dolu.
Kâhta Kalesini geçerek, Arsemia Nemrut Milli Park’ına doğru isteksizce ilerliyoruz.
Arsemia’ya varmadan, ırmak kenarına doğru bir yoldan inmek istiyoruz, ama yol patika bir yol olduğu için, “araçların altını vururuz” diye göze alamıyoruz. Ancak gidenler de yok değil, sanırım “onların araçlarının altı yüksek, rahatça inebilmişler”diye düşünüyoruz.
Değirmen başına bakıyoruz, oturacak yer yok, Arsemi’nın bulunduğu Antik Kente gidiyoruz dolu, oradan kuşbakışı Şeytan Köprüsünün bulunduğu mevkie bakıyoruz, ne araç yeri kalmış, ne insanların oturacağı yerler.
Gerisin geri dönüyoruz, geçtiğimiz patika yoldan, Şeytan köprüsünün altından akan suların geçtiği ağaçların olduğu alana zor da olsa iniyoruz. Bu kadar yol aldıktan sonra, gerisin geri eve dönmek olmazdı.
Akşam eve dönüyoruz, ama insanlar halen mevcut konumlarını koruyorlar, sanki gece konaklayacakmışçasına ayrılmamışlar, ayrılmıyorlar.
Adıyaman’ın girişinde Ali dağı mesire alanına çıkmak istiyoruz, hem bilet kesiyorlar, hem de mesire alanında ışıklandırma denen bir şey yok. Tabi Sivrisineklere de “hoş geldiniz!” sefası.
Marina denen yere gidiyoruz, girişler dubalarla kapatılmış, yani girişler yasak!
İlerliyoruz, Beşpınar tabiat parkına mecburen giriş yapıyoruz.
Parkın bir köşesinde düğün var. Maske, sosyal mesafe, sanki oraya uğramamış. Âdeta curcuna! İçeriye giren araçların aksine, biz dışarıya park ediyoruz. Giren araçlar ve insanlar, düğüne gidiyor olunca, giriş fişi kesilmiyor, ama biz araçsız giriş yapınca, giriş makbuzu kesilip para alınıyor. “Olsun, rahat edelim de para verelim, önemli değil!” diyoruz; ama hiç de umduğumuz ve beklediğimiz gibi olmuyor.
Hem oturacak yer bulamıyoruz, hem de ışıklandırma denen bir şey yok. Işıklandırma için lambalar var, ama yanmıyor, ya arızalanmışlar, ya da bilerek yakmıyorlar bilemiyoruz.
Artık gelmişiz bir kere, bir çay içmeden gitmek olmazdı. Yanmayan elektrik lambasının altında oturuyoruz ve cep telefonun ışığı altında, mecburiyetten nostaljik bir çay içiyoruz. Sivrisineklerin refakatinde, hoş sohbetler ediyoruz, bizbize ve sineklerle karanlıklarda…
Kalmaya yakın, yanımıza görevli bir bey gelip; “bir ihtiyacımız var mı?” diyor, dalga geçercesine. “Evet, var!” diyoruz. “Madem giriş için para alıyorsunuz, bari gereklerini de yerine getirin, en azından ışıklandırmayı daha iyi yapabilirsiniz, bunu sorumlulara iletebilirsiniz. Düğüne gidiyoruz diyenlere makbuz kesmiyor, diğerlerine kesiyorsunuz, bu da doğru değil, hem gelenlerin düğüne gittiğini nereden biliyorsunuz?” diyoruz. Çalışan olduğu için, ancak “haklısınız!” diyerek, geçip gidiyor.
Sivrisineklere tanışıp, hasbihâl ettikten sonra, kaşına kaşına eve dönüyoruz.
Kerim BAYDAK