(Bu yazı dizisinin ilk  bölümlerinde İslam dini dışındaki dinlerin ve sistemlerin farklı ırklara mensup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşit bir şekilde düzenleyen kurallar ortaya koyamadığını, “Millet” teriminin yirminci yüzyılın başlarına kadar “din” olarak kullanıldığını, ilk ırkçının şeytan olduğunu, Peygamberin soyundan gelse bile takva dışında bir üstünlük olmayacağını anlatmıştık. Konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

İslam’ın bu öğretisine göre Allah, samimi dindarlık ve ahlâkî hassasiyet demek olan takva dışında bir üstünlük kabul etmemekte, Müslüman gruplar arasında baş gösterebilecek çekişmeleri -asabiyet gayretiyle daha da arttırmak yerine- öncelikle, adalet ve hakkaniyete dayanan uzlaşma yoluna gitme ve her durumda haksız tarafın karşısında olmayı emretmektedir.[1]

“Ey îman edenler, bir kavim diğer bir kavim ile alay etmesin. Olur ki (alay edilenler Allah indinde) kendilerinden (yani alay edenlerden) daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları (eğlenceye almasın). Olur ki onlar (eğlenceye alınanlar) kendilerinden daha hayırlıdır. (Kendi) kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü addır! Kim (Allah’ın yasak ettiği şeylerden) tevbe etmezse onlar zalimlerin ta kendileridir.”[2]

Bu ayet bile tek başına İslam’ın insana nasıl bakmak gerektiğini, kavmiyetçiliğin ne kadar çirkin bir iş olduğunu ve kavmiyetçi davranmanın imandan sonra fasıklık olduğunu, böyle davrananların tevbe etmedikleri takdirde zalimlerin ta kendileri olacağını çok açık bir şekilde bildirmektedir.

Ve bu konuda son noktayı şu şekilde koyarak insanların farklı kavimlerden olmalarının hikmetini açıklayarak, hangi kavimden olursa olsun hepsinin atasının, soyunun bir olduğu ve en iyi, en üstün insanın soyuyla değil takvası ile üstün olabileceğini bildirmektedir:

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[3]

Hz. Peygamber, asabiyeti (kavmiyetçiliği) bir kimsenin haksız olmasına rağmen kendi kavmine yardımcı olması şeklinde tarif etmiştir.[4]

“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek müminin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefa göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse benim ümmetimden değildir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür.”[5]

Câbir’in naklettiğine göre Muhacirin ve Ensar’dan iki genç aralarında kavga etmişler ve cahiliye döneminde olduğu gibi “Yetişin ey Muhacirler!”, “Yetişin ey Ensar!” diyerek kendi taraflarını yardıma çağırmışlardı. Olayı haber alan Resulullah (SAS) “Bu ne hal! Câhiliye davası mı?” sözleriyle taraflara çıkıştı. Olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra, “Kişi zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin” şeklindeki ünlü Cahiliye atasözünü tekrar edip zalime yardımın onun zulmüne karşı koymak demek olduğunu ifade ederek yukarıdaki meşhur söze yepyeni bir muhteva kazandırmıştır.[6]

Kur’an, manevi ve ahlâkî değer ölçülerine vurgu yapan ifadelerle dinî kast sistemini reddetmiş ve eşitliği temel prensip olarak ilân etmiştir.[7]

"Hani Rabbi İbrahim’i insanı şiddetle sarsan ağır imtihanlara tabi tutmuş ve o da bu (imtihanı) hakkıyla verdiği zaman demişti ki: "Ben seni insanlığa önder yapacağım". İbrahim: "Neslimden de…" demişti. Allah buyurmuştu: "Sözüm (senin neslinden de olsa) zalimler için asla geçerli değildir." [8] "

Hz. Nuh tufan esnasında boğulmakta olan oğlunu kurtarması için Allah’a yalvarınca Allah, "Ey Nuh! Kesinlikle o senin ailenden sayılamaz; dolayısıyla bu (bu tarz yaklaşım) doğru olmayan bir davranıştır; bundan böyle, iç yüzünü bilmediğin bir şeyi benden isteme: Elbet ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim dedi."[9] 

Demek ki öz evladın dahi olsa, söz konusu iman olunca onunla yolun artık ayrılmakta ve Allah tarafından onun aileden bile sayılmadığı belirtilmektedir.

Nitekim iman söz konusu olduğunda babalar ve kardeşlerle bile yollar ayrılmaktadır. İman etmeyen kardeşlerin ve babaların dost olamayacakları belirtilerek onlara uyulmaması, onların veli edinilmemesi emredilmekte, aksi halde insanın zalimlerden olacağı belirtilmektedir.

“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.”[10]

Devamında ise baba, evlat, kardeş, eş, aşiret, kazanılan mallar, zarara uğramaktan korkulan ticaret, güzel ve beğenilen evlerin Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili olması halinde Allah’tan gelecek olan felaketin beklenmesi ve Allah’ın böyle davranan fasıkları hidayete erdirmeyeceği belirtilerek iman söz konusu olduğunda bunların hiçbir değerinin olmadığı özellikle vurgulanmaktadır.

“De ki: 'Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.”[11]

(DEVAM EDECEK)

Not: Daha fazla bilgi için Çıra yayınlarından çıkan “TARİHTEN GÜNÜMÜZE IRKÇILIK, MİLLİYETÇİLİK VE İSLAMOFOBİ” adlı kitabımı tavsiye ederim.


[1] Mustafa Çağırıcı, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 3, S. 453

[2] Hucurat, 49/11.

[3] Hucurat, 49/13.

[4] Ebû Dâvûd, Edeb, 112.

[5] Müslim, “İmâre”, 57; Nesâî, “Taḥrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7; Müsned, II, 306, 488.

[6] Mustafa Çağırıcı, a.g.e.

[7] Kehf, 18/28.

[8] Bakara, 2/124.

[9] Hud, 11/46.

[10] Tevbe, 9/23.

[11] Tevbe, 9/24.