Alberto Moravia, roman ve öykü arasındaki farkı göstermek için bu ikisini omurgalı ve omurgasız canlılara benzetir. ”Romanın onu tepeden tırnağa bir arada tutan bir kemik yapısı vardır, oysa kısa öykü, tabiri caizse, kemiksizdir. Bir kısa öyküyü roman değil de kısa öykü yapan bu kemik yapısının olmayışıdır.”
Bu alıntıyı yazma atölyesine giderken verilen notlar arasından yaptım. Hoşuma gitti. Okuma serüvenime romanlarla başladım fakat geldiğim noktada öykü hatta kısa öyküler ilgimi çekiyor. Okuma seçimlerim ve yaşama bakış seçimlerimle hedeflediklerim örtüşünce sevindim. Bak gittikçe bütünleşiyor için dışın, dedim. Kendimle bütünleştikçe gevşeme umudum da kapıyı çalıyor. Çünkü o kadar gevşemeye, ağrılarımdan özgürleşmeye ihtiyacım var ki kemiksiz yapıya sahip olsam keşke diyorum. Ha bre vücutlarının esnekliğini sergileyen kişilerin videolarını hayranlıkla izliyorum. İmreniyorum.
Tabii bu kadar gerginliğin yaşanmamış duygulardan kaynaklandığını farkındayım. Tutulmayan yaslarımın arkasındayım. Bütün bunlarla baş edebilmem için de gözyaşlarımı, onlardan utanmadan ama onların benim enerjimi emmesine de izin vermeden akıtmam gerekiyor. Çünkü ancak o gözyaşlarının ruhumu yıkayıp arındıracağına inanıyorum yalnızca bugün için.
Gana’da para karşılığında cenazelerde ağlayan kadınlar varmış. Ne güzel, hem ağla hem üzerine para al! Hele bir de başkalarının ağlamasına katkıda bulunmak gibi ulvi bir amaca hizmet etmek üstüne kaymağı! Ürküttükleri kuşlara değer bence. Türkiye için de buna benzer şeyler duydum ama tanıklık etmediğim için üzerine yazma gereği duymuyorum. Bilenlere, tanık olanlara bırakalım oraları.
Zaten üslubumdan da anlayacağınız gibi tema “ağlamak” ve “para” olduğu için böyle bir örnek seçtim, bana bugün içinde bulunduğum durumu anımsattığı için de değinmek istedim. Ne yazık ki bugün ben “ağlamak” için “para” ödediğimi düşünerek acı çekiyorum çoğu zaman. Keşke özgürce yaslarımı çekmek için alan açılabilseydi de ben de gözyaşlarımdan utanmadan yaslarımı yaşayabilseydim. Böyle bir şey benim ve benim durumumda olanlar için mümkün müydü? Bilmiyorum.
Susturulmaya o kadar alışmışım ki karşımdaki profesyonel gözyaşlarımı tutmaya çalışırken ‘bırak aksın’ dediğinde o cümle karşısında içim yumuşayıveriyor, salmaya çalışıyorum kendimi. Fakat bu sefer de o bent açılınca katıla katıla ağlamaktan fenalaşacağımı düşünüp frene basıyorum. Kontrol her an ensemde yani.
Başta Yüksek Gücüm olmak üzere kendime ve yardım aldığım kişilere güveniyorum. Her geçen gün duygularımla daha iyi baş edebileceğim inancı beni hayata bağlıyor. Kemiksizlik, omurgasızlık, esneklik, fikir değiştirmek; kıvırtmak, karaktersizlik, çıkarcılık, döneklik gibi birbirinin içine girmiş çarpık algılarıma rağmen ben istekliliğime güveniyorum. Okuyorum, yazıyorum, yardım alıyorum derken bir gün bana alan açılmadığına dair yaslarımla ilgili yakınmalarım da son buluyor olacak ve bununla da ilgili sorumluluğumu üstlenebilir hale geleceğim. Bugün buna dair umudum var.
Beril Ateşoğlu’na soruyorlar bir röportajda:
En sevdiğin söz hangisi?
“Herkes kapısının önünü temizlese sokaklar pırıl pırıl olur. Herkes kendi fikirlerinden ve kendi hayatından sorumlu öncelikle. Yaşadığımız her duygunun içimizdeki karşılığını ve dönüşümünü bilmeden başkalarını eleştiriyor, yargılıyor hatta tavsiyeler veriyoruz. Kişinin en iyi anlaması gereken yer kendisi. Herkes kendisine gereken mesaiyi harcasa daha hızlı bir gelişim süreci kaçınılmaz olacaktır.”
Kimmiş Beril Ateşoğlu derseniz bir dergide rastladım röportajına. Instagram’da dikkati çeken iddialı bir isimmiş. –miş diyorum çünkü ben Instagram kullanmıyorum. Özellikle sözel iletişime önem vermediğimizi düşünerek bunu kendine dert edinmiş bir kadın. Meraklısı araştırır. Duygularımın sorumluluğunu almayı kendine dert edinen ben özellikle en sevdiği söze bakış açısını tuttum. Her sabah kapımın önünü süpürürken bu bakış açısını kendime hatırlatacağım. Teşekkürler.