“Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. “ atasözünün açıklaması, sözlükte aynen şöyle verilmiş: Kişi, yaradılış ve gidişine uygun kimselerle arkadaşlık kurar. Onun için bir adamın arkadaşını tanırsak, o adamın kimliğini öğrenmiş oluruz.
Aynen böyle düşünür ve ona göre davranırdık biz de çocukken. Yani hassastık arkadaş seçiminde, ne de olsa kendimizi ele verecektik. Tabii, bu işin şakası. O yaşlarda, öyle hesaplı kitaplı hareket etmezdik. Sonuçta, çocuktuk. Fakat bir başkaydı arkadaşlıklar, çocuk da olsak.
Bugünün deyişi ile bir kankanız olurdu ve diğerleri şeklinde sıralama yapılırdı arkadaşlıklarda. Kankanın adlandırması; erkeklerde “ Kan kardeşi “, kızlarda “ Ahret kardeşi “ ya da “ahretlik “ şeklindeydi bizim çocukluğumuzda. Ayfer Tunç “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek “ adlı yapıtında bunun ayrımına çok güzel değinmiş. Ben, bir kadın olduğum için, sadece “ Ahret kardeşliği “ ile ilgili paragrafı alıntılıyorum:
“Ahret kardeşliğine kan kardeşliğinin kadın versiyonu denebilirdi. Dünyada da, ahrette de kardeşiz anlamına gelirdi. 70’ li yıllarda gençliğini yaşayan genç kızlar arasında değil, onların anneleri arasında sık rastlanırdı. İki kadının en samimi arkadaş olma haliydi. Ahret kardeşi veya “ ahretlik “ kadınlar sırlarını paylaşırlar, birbirlerinin yardımlarına koşarlar, hayırsız kocaları için birlikte üzülürler, çocuklarının başarılarına birlikte sevinirlerdi. Kadınların aile dışındaki toplumsal hayatları pek fazla sorumluluk içermediği için, ahret kardeşlerinin birbirlerine karşı sorumlulukları da gerekli durumlarda üzülmekten ve teselli etmekten öteye pek geçmezdi. İyi günlerde ahret kardeşleri birbirlerinin yanında olur, doğumlarda, düğünlerde, mevlitlerde sevinci ya da mahzunluğu, ne kadar samimi oldukları bilinemezse de paylaşırlardı.”
Burada bahsedildiği gibi yaşamasam da; benim de bir ahretliğim vardı. Adı, Nergis’ di. Fakat babamın “ erkek gibi kızı “ olduğumdan mı, ya da bildiğim gördüğüm o olduğu için mi bilinmez; kan kardeşi gibi, ikimiz de parmağımızı kesip birbirimizin kanını emmiştik, ahretlik olmak adına.
İlişkimiz zamanla koptu. Ara sıra ortak tanışlardan alınan haberlerle idare ettik derken bir gün öldüğünü duydum. Ahretliğim, ahretlik oldu. Allah rahmet eylesin, ruhu şad olsun.
Günümüze gelince, bence bu atasözü geçerliliğini yitirmiştir. Artık o kadar da kolay değil arkadaşından yola çıkarak kişileri tanımak. Oldukça ince iş. Çünkü arkadaşlıklar, hobiler ve ilgi alanları doğrultusunda bir sürü kategoriye ayrılıyor. O da yetmiyor, onların da kendi içinde yakınlık derecesine göre sıralamaları oluyor; örneğin, kankadan tutun da sadece sayıyı tutturmak için var olanına kadar bir uçtan öbür uca uzayabiliyor liste. İş arkadaşları, oyun arkadaşları, grup arkadaşları, spor arkadaşları, ev arkadaşları, kitap arkadaşları, mahalle arkadaşları, okul arkadaşları, yazışma arkadaşları gibi gibi bir sürü kategori ve bunların içindeki sıralama dereceleri… Ne kadar kafa karıştırıcı değil mi?
Kafa karıştırıcı olmanın yanı sıra, bazen can yakıcı da olabiliyor. Bununla ilgili, beni oldukça inciten bir olay yaşadım meslek hayatımda. Emekli olup dershaneciliğe devam ettiğim bir dönemde yaşadım bu olayı. Ayrıntılarına girmemeye çalışarak asıl konuya ulaşmaya çalışacağım. Bir yıl çalıştığım bir dershanede sözleşmem yenilendi ve kadroya yeni bir grup daha katılarak, bir şube daha eklenme yoluna gidildi. Eski ve yeni grup arasında kaldığımı hissettim ve gerildim. Vefa borcu gibi bir takıntıyla olsa gerek eski arkadaşlarımın tarafını tuttum. Tutmakla da kalmadım, bölüm şefi konumundaki arkadaşımı savunmaya kalktım. O yılsonunda her iki gruptaki arkadaşların sözleşmeleri yenilendi. Yenilenmeyen tek sözleşme benimki idi. Çok üzüldüm. O savunduğum arkadaşıma, “Neden?” diye sorduğumda kaçamak cevaplar verdi, en sonunda da dedi ki; “ Sen iyi bir tavla arkadaşısın.”
Züğürt tesellisi. Çalıştığımız iki yıl süresince, özellikle öğle yemeğinden sonra kahvesine tavla oynardık. Dişli bir rakip olduğum için zevkli geçerdi tavla partilerimiz. Demek ki, iş arkadaşım diye bellediğim o kişinin arkadaş kategorisi ile benimki tutmamış. Sağlık olsun!
Buradan çıkardığım bir ders var; “ Sizin için hangisiyim? “ diye bir soru ile belirlemek gerekiyor sanırım arkadaşlıkları. Yoksa sınırlar sağlıklı çizilemiyor, herkes herkesin bir şeyi oluyor. Zincirleme reaksiyon gelişiyor, halkalardan birinde oluşan bir kopma, diğerlerini de kaçınılmaz kopuşa götürüyor.
Öyle ya da böyle, ben de uyguladım geçenlerde bu aklıma pek de yatmayan fikri. Yeni tanıştığım, zengin bir kitaplığı olduğunu söyleyen bir bayana; “ Kitap arkadaşı olabilir miyiz sizinle? “ dedim. Baştan pek itici geldi, kendi ağzımdan çıkmasına rağmen, söyleyen ben miyim, diye tereddüde düştüm. Bir defalığına uyguladık da. Gerisi gelir mi gelmez mi, bilmiyorum. Fakat emin olduğum bir şey var; sosyalleşme adına mı olur, bireyselleşme adına mı olur veya ne adına olursa olsun, henüz bende bu durumun içselleşmediğini iyi biliyorum.
Ben yine bir ahretliğim olsun istiyorum. Yine onunla sınırların yok olduğu bir ilişkiyle başlayıp eriyip gidelim, kaynaşalım istiyorum evrenle. Zamanı gelince de tıpkı ilk ahretliğim gibi geçip zaman ötesi o yere, buluşalım isterim hep birlikte. Tabii, zamanı gelince. Bu konuda hiç acelem yok açıkçası. Bir fıkradaki Bektaşi gibi ne kadar uzatırsam süreyi o yanıma kar kalacak. Annemin meşhur takvim yapraklarından birinde okumuştum o Bektaşi fıkrasını. Fıkranın adı: AZRAİL’ İ KANDIRMAK.
Bektaşi iyice yaşlanmıştır. Artık ölümü beklemektedir. Bektaşi kendi kendine düşünür:
“ Ne yapsam da şu ölüm günümü biraz daha uzatsam.” Biraz düşündükten sonra aklına bir fikir gelmiş. Derken bir gün Azrail gelip, Bektaşi’ nin yanına sokulmuş. İşte tam o sırada Bektaşi ağlamaya başlamış:
“Ingaaa! Ingaaa! Ingaaa! “
Azrail Bektaşi’nin kulağına eğilmiş;
“Atta, atta, haydi attaya!”
Hadi bakalım daha nice yazılara.