Nüfus artışı mı yoksa sağlıksız nüfus dağılımı mı, adına ne derseniz deyin ortalık insan kaynıyor.
Resmen yapış yapış, et ete yaşıyoruz nahoş kokular içinde, hem de her yerde. Dağlara kaçası geliyor insanın. Hoş denizleri hallettik ya şimdi pek revaçta yaylalar. Kötünün iyisi durumunda şimdilik oralar. Bakalım. Sonumuzu Hak hayır eyleye.
Emekli öğretmen olarak tıklım tıklım sınıflara pek tanık olmadım açıkçası. Yer ve konum gereği, uç noktalarda yaşadığım örnekler var tabii bu iç içe yaşadığım durumlarla ilgili. Nahoş kokular derken o anılar canlanır gözümde. Beraberinde Saramago’nun ‘Körlük’ adlı eserindeki anlatılar da eşlik eder bu saplantılara. Ters köşe olsun dedim; geçenlerde ilçe kütüphanesinden aynı yazarın ‘Belki de Neşe’ adlı şiir kitabını aldım, sadece üzerinde ‘neşe’ sözcüğü var diye. Hadi kitabın adı geçmişken bir şiir ekleyelim o kitaptan:
“Bu Benim Karanlık Yüzüm”
Bu benim karanlık yüzüm
Burada doğdu ışığım
İnkâr etmiyorum
Dipteki kirli hayvan
Yavaşça yüzeye çıktı murdar
Ama kör değil
Hafifçe temizliyorum vitrayı şaşırtsın diye beni
Açıyorum kurşunu ve görüyorum alevler içindeki
Ummanı
Gelelim tekrar o bahsi geçen nahoş kokularla ilgili görüntülerden birine:
Sınıfa girdiğimde ağır ve kesif bir koku hâkim olurdu. Dersin ilerleyen dakikalarında alışırdı herhalde ki burnum dersimi sonlandırabilirdim o sınıfta. Dışarıdan ( o zamanlar için doğudan gelenlere özellikle böyle bir tabir kullanılırdı) gelen sırf erkekten oluşan, üstelik sınıf kaybı olan resmen koca heriflerin oluşturduğu bir sınıftı bu. Meslek dersi öğretmenleri sağlık kökenli oldukları için bu kokunun adlandırılmasında hiçbir sakınca görmüyorlardı. Bir kısmı diye ayırsam iyi olacak, çünkü genellemeler bana ters geliyor. Fakat yazıda da sürekli bireysel olarak bir şeylerin altını çizmek yorucu oluyor. Kolaya kaçmak bazen bana iyi geliyor.
Lafı bu kadar uzatmama değmeyecek aslında. Bu koku resmen husye kokusuydu. Ez cümle bu. Bu da yeni yeni kullanımda gördüğüm, duyduğum bir tanımlama ‘ez cümle’. Tam olarak niçin kullanılıyor bilmiyorum ama ben ‘sözün özü’anlamında kullanıyorum.
Bir de bu yapış yapış diye nitelendirdiğim iç içe olmaya örnek bir anım daha var ki bana hiç iyi gelmiyor. Son zamanlarda arka sokaklara sapıyorum biraz daha sakin kalıyor diye. Buralarda genelde eski binalar bulunabiliyor tek tük de olsa. Bu eski binalar arasında benim mecbur kaldığım için bir iki kere röntgen çektirdiğim bina da var. Zorum binayla değil, röntgen çeken adamla ilgili. İğrenç bir adam vardı bir ara komşuluk da yaptığım. Seçme şansın da yok o adamla o odada soyunup o filmi çektireceksin. Resmen tacize uğramış hissederdim kendimi. Ne kadar acı insan olmanın deneyimleri. Çoğu şey düşünülünce basit kalıyor gibi bu örnekler ama bence değil.
O çocuk yaşlarında başlayan ve normalleştirilen tacizler o kadar bıktırmış, yılgınlığa düşürmüş ki yaş aldıkça üstüne binenlerle artık nefes alamaz hale geliyorsun. İşte sana kaçacak alan bırakmayan sistemin dişleri, her geçen gün bedeninin ve ruhunun kemirilmesiyle sana araştırma alanı sunuyor. Buna zorluyor. Ne paradoks ama değil mi?
İşte burada bence insanı sanat kurtarıyor. Nefes alabileceği alan sunuyor. Şükürler olsun.
Elif Şafak’ın raflarda yer alan “Kayıp Ağaçlar Adası” kitabını okuyorum şu sıralar. O kitaptan incir ağacının ağzından şu cümleyi cımbızlıyorum:
“İnsanlar ve hayvanlar, yemek, barınak veya eş peşinde kilometrelerce dolanabilirler etrafta ve değişen çevrelerine uyum gösterirler, bizimse bunların hepsini ve daha fazlasını olduğumuz yere köklenmiş haldeyken yapmamız gerekir.
Evet, ben de bazen bu ağacın dediği gibi köklenmek adına yaşadığım alanda; bu alanın gerçeklerini de kabullenerek yaşama köklenmek istiyorum bir yanımla, diğer yanımla da kapana kısılmış gibi hissederek kaçmak istiyorum. Bu çelişki de beni çok yoruyor. Hâlbuki eş, iş, yer değişikliği hep yapıldı, bugün de yapılabilir. Fakat niyetim bunu kaçmak, kurtulmak adına değil öyle gerektiğine inandığım için yapmak isterim. Hoş her seçimimin bana ait olduğundan bile şüphe duyarken bu da nasıl olacak! Sabır!