KÜÇÜK ADAM NE OLDU SANA?

      Başlık olarak, birkaç yıl önce Antalya Devlet Tiyatrosu’nda izlediğim oyunun adını attım. 2 perde 2 saat süren tempolu bir oyundu. Yazan Hansa Fallada, uyarlayan Yılmaz Onay, yöneten Barış Erdenk. Oyun özeti ise şöyle verilmişti broşürde: Savaşın, ikiyüzlülüğün, çıkar ilişkilerinin arasına sıkışıp kalan, bu sıkışmışlıkta aşkı ve mutluluğu arayan bir çift. Evliliğin pembe rengini tadamadan kendilerini hayat denen acı gerçeğin içinde bulan küçük insanlar. Pembeden siyaha dönmüş savaş ortamında tutunmaya çalışan küçük adamlar. Hayatta kalabilme adına yaşayan işveren- işçi ilişkileri ve beyaz gömlekli, kravatlı üç maymunu oynayan memurlar. Paran kadar adamsın gerçeği. Emekten söz edip, önünü kesip ceplerini dolduranların, yaratılan düzene koyun gibi boyun eğenlerin ve bu düzene karşı duranların, kaldırımdan atıldıktan sonra, gerçeği ve doğruyu bulan ezen ve ezilen sınıfın traji- komik hikâyesi.

     Geçmişe aldı götürdü beni. Biz 12 Eylül gençliğiyiz. Bu oyunda altı çizili bir sürü çatışmayı bizzat canlı canlı yaşadık. Bazen kendimiz şahit olduk bazen de sevdiklerimiz aracılığıyla yaşadık hepsini. Ayrıntılara girmek istemiyorum birkaç kavram dışında. “ Kafa kola almak”, “ Beyin yıkamak” gibi daha nice o günün terminolojisine ait kavram o günden bugüne kadar ne kadar büyük bir yalanın içinde yaşadığım göstergesi benim için. Şöyle ki; bedenimi ve ruhumu satmamak gibi bir saplantım vardı her ikisinin de içinde olduğumdan habersiz. Bedenin ve ruhun satılmadan yaşamın içinde olunamayacağından habersiz, yani kendinden habersiz bir yaşam kısacası. Bunu farkında olmak ve bedelini ödemek, seçim yaptım diyebilmek bu farkındalığın tek farkı bence. Yumuşatmak ya da sertleşmek de bir seçim ayrıca. Ben artık daha yumuşak bakmayı seçmeye istekliyim. Zamanla bunun içselleştikçe sözcüklerime de yansıyacağını umut ediyorum.

     Uzun lafın kısası, somut bir örneğe indirgeyeceğim kendi deneyimimi aktararak. Aynı dünya görüşünü paylaştığımı düşündüğüm bir iş yeri çalışanıyım. Evli girdiğim kurumda boşanmış bir bayan olarak çalışmaya devam ediyorum. Bir üst düzeyde çalıştığım kişi erkek. Evli, çoluk çocuk sahibi ve yine aynı dünya görüşünü paylaştığım bir insan. Tavırlar biraz daha mı rahatladı ne, bilemiyorum. Odaklanmamayı seçiyorum. Bir çalışma esnasında omzuma yaslanıyor, yalnız değiliz art niyet aramıyorum. Hafifçe sıyrılıyorum onu da kırmadan. İkincisinde biraz daha sert davranıyorum. Üçüncüsünde resmen silkeliyorum omzumdan kolunu. Sözcüklere dökülmüyor aramızdaki gerginlik. Benim tarafımdan korkum “ aranıyor “ denilecek, fakat dillendirmemek de onaylamak demek. Sonunda güvendiğim bir üst yetkiliyle paylaşıyorum. Haklılık payım dillendiriliyor ama yılsonunda kapı önüne konulan ben oluyorum.

     Şimdi dönüp arkama baktığımda yaşamım bundan ibaret. Acımasız bir tabirle ya kullanmışım ya kullanılmışım. Böyle olunca da bedenimi ve ruhumu satmak çok ağır kaçsa da zaman zaman, bir de baktım ki gerçekten yaşam bu kadar matematiksel. Bedeli illa para ile ölçülmek zorunda değil. Öyle ya da böyle yaşamın her alanında seçimlerimiz var ve bunlar için ödenenler var. Farkındalıklarım ise tabiri caizse pazarlık yapma olanağı tanıyor, tabii büyük patronun verdiği izin kadarıyla. Son sözü o söylüyor. Ben ona Tanrı diyorum. Adlandırması benim için o kadar önemli değil, sadece varlığını kabul ediyorum ve ona ödediğim bedelde pazarlık şansım yok. Daha doğrusu ben öyle düşünüyorum. Onun için onunla iletişim kurarken bende olanı kadarıyla dürüst davranmaya istekliyim.

     Bende olanı kadarıyla diyorum, çünkü dürüstlük kavramım da gün geçtikçe değişiyor, gelişiyor. Eskiden herkesin hakkında düşündüklerimi yüzüne karşı söylemek dürüstlüktü benim için. Bugün ise Özlen ne söylüyor kendine, ona bakıyorum. Benim sorunum kendimle. Bir kadın olduğum için, bir anne olduğum için, kendime kızgın olduğum için bütün bu yazdıklarım. Yoksa farkındayım erkeği kadını, yaşlısı genci hiç fark etmiyor onca farklılık içindeki tek ortak paydamız insan olmak. Dolayısıyla yine bana göre çalıntı yaşamlarla yaşamak zorundayız var olabilmek için. Örneğin eskiden çalmayı sadece başkasına ait malları gizlice aşırmak anlamında algılardım. Kendimi bu konuda çok masum addederdim. Çünkü rahmetli babamın ve ilk eşimin sigaralarını aşırmak yanı sıra birkaç kere de çok sarhoşken yine ilk eşimin cebinden para aşırmak dışında bir çalma olayım yoktu. Bununla da neredeyse övünür pozisyonundaydım. Ne zamanki “ yanlış izlenim verme”, “ baskı kurma” gibi kavramlarında çalmak olduğuna temas ettim, işte o zaman çalıntı yaşamları fark ettim. Benden çalınanlar ve benim çaldıklarım tabii. Farkındalıkların arttıkça da bakıyorsun bu işin ucu bucağı yok. Onun için yaşamımın her alanında “ ben de olanı kadarıyla “ demeye özen gösteriyorum. B ende olanını da ben ancak böyle yaşayarak, paylaşarak bulabiliyorum. İyi ki varsınız!