Henüz 1960 darbesi olmamıştı. Ülke siyasi olarak çalkalanıyor; basın, Menderes ve hükümet aleyhine çoğu iftira olan haberler yayınmlıyordu. Üniversitelerde hükümet aleyhine nümayiş denen toplantı ve gösteriler yapıyordu. Gazeteler, bazı üniversite öğrencilerinin öldürüldüğünü ve kıyma makinalarından geçirildiğini yazıyordu. Her şey adeta darbeye hazırlık senaryolarının gösterisi gibiydi. İktidarda Adnan Menderes’in Demokrat Partisi, muhalefette ise İsmet İnönü’nün Halk Partisi vardı.
Ulucami’nin önünden kaledeki evimize gitmek için karşıya geçtiğim sırada büyük bir kalabalığın yukardan aşağıya, cadde boyu geldiğini ve bağırarak sloganlar attığını gördüm. Merakla kalabalığı seyrederken kalabalık, beni dikkate almadan caddeyi geçip belediyeye doğru yürüyordu. Bu arada kalabalığın arasında yere yuvarlanmıştım ve insanların bir kısmı beni tepeleyerek yoluna devam ediyordu.
Yere yuvarlanmış ve ağlamaya başlamıştım. Kalabalıktan bir adam beni fark etti ve kolumdan tutarak kaldırdı.
“Geçmiş olsun, yüzün kanamış; gel bakalım.” diyerek yakındaki eczaneye girdi. Şehrin tek eczanesinde pansuman yapıp biraz pamuk yapıştırdı. Cebime de yirmi beş kuruş koyup:
“Eviniz yakın mı?” dedi.
“Evet, amca hemen kalenin üstümde…”
“Peki, geçmiş olsun. Hemen eve git. Burada durma” dedi. Acımı az da olsa teskin etmişti.
“Ne kadar merhametli insanlar da varmış.” diye düşündüm. Kalabalık beni ezip geçerken ve umursamazken içlerinden birisi kalabalıktan ayrılıp beni kaldırmış ve acıyarak eczaneye götürmüş, yaramı pansuman etmiş, cebime de para koymuştu. Eve gittiğimde yüzümdeki bandajı gören ailemi bir telaş sardı. Neler olup bittiğini anlattım.
Babam:
“Oğlum yakında ihtilal olacak, Menderes’i istemiyorlar.” dedi.
“Dün akşam Ulu caminin yanındaki Hılt Abuzer`in kahvesine gittim. Ajans haberlerini radyodan dinledik; her yerde nümayiş var. Ankara`da… İstanbul’da… Her yerde…”
“Nümayiş ne baba?”
“Hani çarşıda bağırarak yürüdüklerini söyledin ya; işte o.”
“Menderes kim baba?”
“Başvekil. Yani hükümetin başkanı…”
“Niye istemiyorlar baba?”
“Çünkü ezanı ve kameti tekrar eski haline çevirdi. Kur’an okumayı ve öğrenmeyi serbest bıraktı. Herhalde o sebepten istemiyorlar.”
“Eskiden okunamıyor muydu ki baba?”
“Tabi oğlum. Kur’an okumak, öğrenmek, öğretmek yasaktı. Ezan ve kamet Türkçe okunuyordu. Allahu Ekber, Allahu Ekber yerine Tanrı Uludur, Tanrı Uludur diye ezan okunur ve namaza başlarken kamet getirilirdi. Ben ezanı hep böyle dinledim. Menderes başa gelince ilk defa ezanı Allahu Ekber, Allahu Ekber olarak duydum. Çünkü ben bir yaşında iken ezan Türkçeye çevrilmiş. Tam on dokuz yıl Türkçe okunmuş.”
“Nasıl yani?”
“Şöyle:
Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, Tanrı Uludur,
Şüphesiz bilirim bildiririm, Tanrıdan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim bildiririm, Tanrıdan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim bildiririm, Muhammed Allah’Tanrının elçisidir,
Şüphesiz bilirim bildiririm, Muhammed Tanrının elçisidir,
Haydin namaza, haydin namaza,
Haydin felaha, haydin felaha,
Tanrı Uludur, Tanrı Uludur,
Tanrıdan başka yoktur tapacak.”
Ben:
“Ne kadar komik, değil mi baba! Felah ne demek baba?”
“Kurtuluş demek. Yani haydin kurtuluşa..”
“Felahı niçin Türkçe söylememişler?”
“Namazın kurtuluş olduğu bilinmesin diye… Zaten namaz kılmayanlar ezanı Türkçeye çevirmişlerdi. Allahu Ekber şeklinde okunmasından rahatsızlardı.”
“Hangi yıllarda ezan Türkçe okundu baba?”
“1932 yılından senin doğduğun 1951yılına kadar… On dokuz yıl…”
O yıllarda haberleşme aracı olarak kocaman pillerle çalışan radyolar vardı. Akşam saat yedi oldu mu erkekler kahvelere gider, sandalyesini kapan radyoya yakın bir yere oturur. Saatlerini çıkarıp radyonun çalar saatine göre ayarlardı. Saat yedi oldu mu spiker:
“Saat on dokuz. Muhterem dinleyenler, şimdi haberleri veriyoruz.” diyerek haberlere başlardı. Önce haber özetlerini söyledikten sonra haberlerin detaylarına geçilirdi.
Reisicumhur Celal Bayar, Başvekil Adnan menderes, Dâhiliye Vekili ve Maliye Vekilinden haberler verilir. Sonra Ankara ve İstanbul`da yapılan nümayişlerden bahsedilirdi.