Çoğu zaman yazmak bile saçma geliyor bana. Nasıl olsa bir yere varabileceğin bir yol değil, diye kendi kendimi yazma eyleminden soğutuyorum. Sonra da tutunduğum en sağlam dal olduğuna karar verip “ ilham perilerini “ beklemekten vazgeçiyorum ve hemen kendimce olumlu eyleme geçiyorum. Karar alıyorum ve uyguluyorum. Tabii, bu “her gün beş sayfa yazmalıyım “ gibi bir zorunluluk cümlesi ise; beni isyana sürüklüyor. Fakat “ayda altı yazı sayfama göndermek istiyorum” deyince bir seçim hakkım olduğunu anımsıyorum ve bana iyi geliyor.
Karar aldıktan sonra, bakıyorum öyle bir zorluk karşıma çıkıyor ki; tamam bunu artık aşamam deyip tam kararımdan vazgeçecekken, kendime şimdi sizinle paylaşacağım fıkrayı anımsatıyorum. Fıkra şöyle:
“Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş ve kendisi de pencereye oturmuş, olacakları seyretmeye başlamış.
Ülkenin zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer sabahtan öğleye kadar kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu da, yolda giderken kralı tenkit ediyorlardı. “ Halkından bu kadar vergi alıyor, yolları temiz tutamıyor, şunu yapamıyor, bunu yapamıyor… “ diye.
Sonunda bir fakir geldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi. İki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı, ama kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Keseyi açınca gördü ki, içi altın dolu. Bir de kralın şöyle bir notu vardı: “ Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye mükâfattır.”
Kıssadan hisse: “ Önümüze çıkan her engel, hayat şartlarımızı daha iyileştirecek bir fırsattır.”