Karşımızda bir eski ev daha yıkıldı ve yerine yedi katlı bir apartman dikiliyor. Konuyu dağıtmamak adına onunla ilgili duygularıma değinmek istemiyorum. Ustalar harıl harıl çalışıyor. Onlarla ilgili gözlemlerimi de bir kenara koyuyorum.
Sabah kedileri beslerken “Ahmet Ağabey! “ diye sürekli bağıran genç bir ustanın sesi beni kendime getirdi. Hep gürültü ve seslere alışkın olduğumuz halde, neden bu sesleniş benim bu kadar dikkatimi çekmişti?
Birden anımsadım. Bir gün önce Sait Faik’in “ Mahalle Kahvesi “ kitabını aldım, içindeki “ Plajdaki Ayna “ öyküsünü bir kez daha okumak için. Arkadaşım önerdi diye aklımda kalmış ama o da ben de sohbeti anımsamıyoruz. Olsun. Aracı olana ve duyan olarak kendime sarıldım içsel olarak.
“Plajdaki Ayna “ öyküsünden uzun uzadıya bahsetmeyeceğim, belki siz de özenir alırsınız diye. Fakat orada da bir “ Ahmet Ağabey” var. Anne çocuk ilişkisi de benim payıma düşen bu öyküde. Böylece aylardır aynı ortamı paylaştığımız ustalarla bir anı daha biriktirdik, payımıza düşeni aldık, paydaş olduk. İşte o zaman ete kemiğe bürünüyor bazı şeyler benim için.
Sevgi, şefkat, cesaret... diye başlayıp sıraya koyduğumuz bir sürü soyut kavram, ancak böyle anlarda benim için görünür oluyor. O da anlık. Kalıplara sığmam taşarım yani. Öyle bakamadığım sürece ben gerçek yaşamdan kopuyorum çünkü.
Yalnızca bugün için, arkasındaki öykülere takılmadan “Ahmet Ağabey” diye bağıran demirci ustası genç çocuğa ve öyküde “ Ahmet Ağabey” olmaya özenen küçük erkek çocuğuna da kanım kaynadı. İşte şu anki tek gerçek, hissettiğim bu duygu. Şükürler olsun!