Bizim yetişme çağımızda tekerleme gibi dilimizde dolaşırdı; ‘Çin işi Japon işi, bunu yapan iki kişi’ sözleri. Hele ki müstehcen tarafının altı çizilecekse bu sözlere ‘biri erkek biri dişi’ ya da ‘tak fişi bitir işi’ gibi eklemeler de yapılırdı.

Ne yazık ki o dönemde o kadar kolay söylenen bu sözlerin bedeli ağır olmuş. Yeni fark ediyorum. Hele her dönem artan etkilerinin şoku dudak uçuklatıyor. Dua etmekten ve mümkün olanın en iyisiyle kendi üzerimden paylaşmaktan başka bir şey gelmiyor elimden yalnızca bugün için.

 Cinselliğin bastırılması gerektiğine dair bir inanca sahip olmak çok canımı yakıyor. Cinselliği en başta kendi gözümde, geçen gün bir kadın konuşmacının dediği gibi, ‘itibarsızlaştırmak’ o kadar olağanlaşmış ki; inanın örtülü yaşadığım öfkenin potansiyel olarak nerelere varabileceğine içsel olarak tanık oldum. Aman ya Rabbim, bu ben miyim dedim! Korktum.

Korkunun ecele faydası yok. Öyleyse ne yapılabilir deyince yine kendi kendime? Yazabilirsin üzerine dedi iç sesim. Hoş iç sesim de bazen bana dostça davranmıyor ama bazı davranışlarına odaklanarak da yalnızca bugün için onu da gözden çıkarmak istemiyorum. Çünkü gerçekten kendimi çok yalnız hissediyorum. İç sesim bari yanımda kalsın.

İşte böyle baş başa kalalım iç sesim ve ben. Bakalım neler çıkacak ortaya. O aslında çok tatlı bir ses, ilkel olsa da bugüne kadar bildiği yol ve yöntemlerle korumuş beni. Hâlbuki benim artık daha olgunlaşmış bir iç sese ihtiyacım var. Yani ihtiyaçlarının karşılanması için daha risk alır bir yerden ama bu sorumluluğunda da bilinçli olarak yakınmalardan uzak bir iç ses tasavvur ediyorum.

Hayırlısı! Bu amacıma ulaşabilmek için de öncelikle çok bilinçli bir şekilde duraklamak ve hedefim de yaptığım şeyi neden yaptığıma dikkat etmeyi öğrenmek. Çünkü inanıyorum ki ”İnsanlar kendi gerçeklik algılarıyla tepki verirler” sözü boşuna söylenmemiştir. Bu söz benim için ne kadar gerçekse başkaları için de öyledir diye düşünüyorum. Bu da bana büyük özgürlük sağlıyor. Onun için elim vardıkça Zülfü Livaneli’nin seslendirdiği ‘Ey Özgürlük’ parçasını sosyal medyada paylaşıyorum kendime hatırlatmak için.

Bunun sadece bana çıkan ucunu kullanmak beni kendini dövmeye kolaylıkla götürüyor. Ne demiş atalarımız, ’Olma nalıncı keseri gibi hep bana bana, ol marangoz testeresi gibi bir sana bir bana’. Hoş onlar bunu bencillikten çıkıp kul hakkı yememekle ilgili söylemiş olabilirler. Fakat kendi kul hakkına girmek diye tanımlandığını duyduğum kendine eziyet etmekle ilgili bakış açısı için de kullanabilirim bunu bence.

Farkındayım cinsellik konusu arada kaynayıp gidiyor. ’İtibarsızlığı’ yazı içinde bile hissediliyor. Aslında farkındalık kendi kendine anlatmaksa; anlatmak yargı taşımak zorunda değil ya da iyi kötü gibi etiketlemelere girmek hiç değil. Öyleyse şöyle bir tespitle yetinebilirim; cinsellik konusunda yalnızca bugün için konuşmaya hazır değilim.

Buradan da Faulkner’in bir sözüne bağlayalım yazıyı. Bu sözü de sosyal medyada bir arkadaşımın sayfasından aldım. Ona ve hepinize teşekkürler. İyi ki varsınız!

Söz şu:

“Yazmaya değecek tek şey; insanın kalbindeki çatışmadır.”