Yazın sabah yürüyüşüne çıktığımda balkonlardan gelen, çayın şekeri karıştırılırken çıkan sesi çok severim. Öyle sıcak ve tanıdık gelir ki bana kendimden geçerim. Özlemle anarım geçmişi.
Yine yaz kış fark etmez akşam düşmüşken evlerin üzerine, tek tük lambalar da yanarken, herkes evlerine çekilmeye başlamışsa yavaş yavaş… Hüzünle karışık bir merak çöker yüreğime. Bir yandan evlere dikilmiş gözlerimle ne hayatlar yaşanıyor kim bilir bu evlerde derim. Bir yandan da içimdeki sesi dinler hüzünlenirim.
“Evli evine, evi olmayan sıçan deliğine” der genelde bu ses çocukluğumdan seslenerek. Hava karardığında, artık evlere dağılma zamanı geldiğinde, böyle kışkırtırdık birbirimizi. Hiçbirimiz eve girmek istemezdik ama bir yandan da gideceğimiz bir evin olması güven vericiydi. Bir de o kışkırtmanın altında fesatça bir kontrolcülük de yatıyormuş aslında. “ Bak ben giriyorum, hadi siz de dağılın artık “ gibi.
Yoruyor bu temaslar. Bu yorgunluğu gelin Kundera’ nın “ Yavaşlık “ kitabından bir alıntıyla desteklemeye çalışayım.
“Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim: Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hala çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Var oluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: Yavaşlık derecesi anının yoğunluğu ile doğru orantılıdır, hızın derecesi unutmanın yoğunluğu ile doğru orantılıdır.
Ben de ne kadar hızlanırsam o kadar çabuk unuturum diye mi bu kadar koşturuyorum. Oğlumun yedisini yaptıktan sonra onun için mi attım kendimi İstanbul’ a? Hiç bilmediğim yollarında günlerce aktım o trafiğin içinde. Ne yaman çelişki!
Geldik coronalı günlere. Benim yapamadığımı yaşam yaptı. Zorunlu olarak yavaşlattı. Yavaşladığında aslında o an ne isen o oluyorsun. İçini bulandıracak kıyaslamalar yok oluyor. Dupduru bir görüntü. Duru görü dedikleri bu olsa gerek. Ne güzel dinginlik!
Ne kendini başkalarıyla kıyaslıyorsun ne de kendini kendinle. Ne acınacak halde birileri kalıyor ne de kendine acıyorsun. Ya Rabbim! Ne güzellik!
Hep bu noktada kalsak... Mı? Yaşamın kendisine ters düştüğü bir an. Çünkü o aşağı yukarı çizgilerle anlarız ya yaşadığını sevdiklerimizin makineye bağlıyken. Hatta uzun yıllar sonra o makineden de kurtulup yaşamın içine tekrar döndüklerine dair hikâyelerle avuturuz ya gönlümüzü. Ben de öyle olmadı. Ya siz de?